BUDA SANA BEDDUA 'm
Ölümü versin ama ayrılığı vermesin....!! tek nefes geçmesin bensiz boğazından,atmasın kalbin benden başkasına...!! tek nefes geçmesin bensiz boğazından, atmasın kalbin benden başkasına...!!gitmesin ayakların ikimizin cennetinden..öteye...!!
_____/~ Ve varmasın dilin benden başkasına ÖMRÜM demeye...
lal olsun dilin öylece __________
10 KASIM
“Benim Naçiz Vücudum Elbet Bir Gün Toprak Olacaktır.
- Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar, evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım bir şey yoktur. Çünkü ben zorâki ve insafsızca hareket etmesini bilmem. Bence diktatörlük, diğerlerini râm edendir. Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim.[1]
- Ben istese idim derhâl askerî bir diktatörlük kurardım ve memleketi öyle idâreye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım.[2]
- Ben sizlerden biriyim.
- Beni görmek demek, behemahal (mutlaka) yüzümü görmek değildir. Benim düşüncelerimi, benim duygularımı anlıyorsanız bu kâfîdir (yeterlidir).
- Beni övme sözlerini bırakınız. Gelecek için neler yapacağız, onlardan bahsediniz!
- Benim adım 'çok içer' diye çıkmıştır. Filhakîka ben, öteden beri içerim. Fakat istediğim zaman bunu keserim; karıştırmam. İçki, sâdece benim keyfim içindir. İçki yüzünden vazîfemi bir an geri bıraktığımı hatırlamıyorum. Daha gençken, manevralara çıkılmadan önce, muhabbete dalarak sabaha yakın zamanlara kadar içsek bile ben, bazen uyumadan saatinde vazîfem başına gider ve görülecek işi bir dakika geri bırakmazdım. İçki ve vazife, iki ayrı şeydir. Birbirine dokunacak yerde vazifeyi elbette keyfe tercih etmeli, içkiyi behemehâl kesmeli.[3]
- Benim fıtratımda bir gayritabiilik varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdendir.
- Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır.
- Çocukluğumdan beri bir tabiatım vardır, oturduğum evde ne ana, ne kızkardeş, ne ahbapla bulunmaktan hoşlanmam. Ben, yalnız ve bağımsız olmayı, çocukluktan kurtulduğum günlerden başlayarak daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var: Ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın, kendi tutum ve düşüncelerine göre, bana şu veya bu tavsiyeve nasihatta bulunmasına tahammülüm yoktu.[4]
- Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim bugün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım.
- İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
- Milletim beni nereye isterse oraya gömsün. Yeter ki beni unutmasın.
DAMAR
BEN DEGiSMEM...
SEN DEGiS DÜNYA!
Kadını Ticari Meta Gören Ahlaksızlar, Kadını Aşağılayan Hayasızlar.. İnsanlıktan Nasibini Almayan Zağarlardır ! ! !
Tarihî akışı içinde kadın, bilindiği üzere, ev-çocuk ve eş üçgeninin önemli bir parçası olmasına rağmen, toplum içinde insanî yetenekleri ve anneliği göz ardı edilerek hep cinselliği itibariyle öne çıkarılan bir varlık olmuştur. Bir başka ifadeyle insanlık tarihine bir göz attığımız zaman görürüz ki kadın, ev ortamını tamamlayan bir eşya gibi telakki edilmiştir. Kimi dönemlerde onun insanî yetenekleri, becerileri köreltilmiş, iradesi hiç dikkate alınmamıştır. Kimi dönemlerde “özgürlük” adına kadının anne ve eş olma sorumlulukları göz ardı edilmiştir. Onun geçmişte duçar olduğu bu keyfiyet hâlâ devam etmekte olup, maalesef bugün dünden farklı değildir.
Kadın dün, Doğu ve Batının saraylarının haremleri, esir pazarlarının ve agoraların vazgeçilmez bir eşyası iken bugün podyumların, vitrinlerin ve reklam panolarının sadece cinsel bir imaj gayesiyle öne çıkardığı bir varlıktır. Genellikle Batı toplumlarında insan haklarından ve özellikle kadın haklarından ve özgürlüklerinden sık sık dem vurulduğu günümüzde, moda, sanat ve cinsel özgürlük gibi süslü ifâdelerle kadının bir meta ve porno aracı haline getirilerek istis-mar edildiği gözlenmektedir. Buna mukabil Doğu toplumlarında din adına kadının kara çarşaf ve peçeye hapsedilerek toplumdan olduğu gibi, yeteneklerinden de tamamen soyutlanmış olması onun bir diğer istismarıdır. Böylece, her iki halde de kadın kendisinin kişisizlikleştirildiği bir mecrâda yer almaktadır. Oysa önemli olan, kadının dişiliği değil, kişiliğidir.!.!.!
*Prof. Dr. İsmail Yakıt*
- Şu merdiven başında pazarlık yapan kadın bir fahişe mi ?
+ Hayır.
- Peki ya o ? Sokağın başında bacaklarını gösteren.
+ Hayır.
- Peki ya şu kadın ? Baksana nasıl da şehvetle bakıyor.
+ Hayır o da değil.
- Burada hiç fahişe yokmu ? Baksana şu kadınlara nasıl da giyinmişler.
+ Fahişe nedir bay Burton ?
- Tenini parayla satan aşşağılıklardır bay Vencanze.
+ Hayır bay Burton. Fahişelik bu değildir.
- Hah ! Neymiş peki fahişelik ?
+ Fahişelik insanların hayatını bilmeden onları aşşağılamak ve yargılamaktır.
Sokağın sonunda bir berber var bay Burton. Lütfen aynaya bakınız. Orada varolan en büyük fahişeyi göreceksiniz...
Orospunun Dişisi Erkeği Olmaz. Orospuluk Huydur. Rabbim Bizleri Karakteri Fahişe Olanlardan Korusun...
Bu Vesile İle Hayırlı Cumalar...
Huzurlu, Keyifli Oyunlar... Bol Şanşlar.
gel:):)
Yokluğun çekilmez n'olur çabuk gel
Hayatı yaşamak Seninle güzel
Yokluğun çekilmez n'olur çabuk gel
Tarifi imkansız çok özledim çok
Sensiz bu canımın bir yarısı yok
Her şeye çare var sensizliğe yok
Yokluğun çekilmez n'olur çabuk gel
Bir yanım yokluğun bir yanım acı
Hislerim karmaşık kalbimde sancı
Bu derin acının Sensin ilacı
Yokluğun çekilmez n'olur çabuk gel
Sensizlik çok ağır çok zormuş meğer
Gördüm ki varlığın Dünyaya değer
Sende beni biraz sevdiysen eğer
Yokluğun çekilmez n'olur çabuk gel
SENİ ÇOK ÖZLEDİM AŞKIM
Firakımız yılı aştı, vuslat yok
Gel artık, seni çok özledim aşkım.
Gitmene sebep olacak bir kem yok
Gel artık, seni çok özledim aşkım.
Acılarla dost oldum, kaderimmiş
O kokun var ya, üzerime sinmiş
Meğer aşk tüm dertleriyle benimmiş
Bir görün, seni çok özledim aşkım.
Sen gideli mükedder bir haldeyim
İste, bu naçiz canımı vereyim
Bilmezmisin emrine âmâdeyim
Bana gel, seni çok özledim aşkım.
Kalbim senden başkasını sevmiyor
İçten yanıyor, sırrını vermiyor
İsmin dilinde seni zikrediyor
Dön artık, seni çok özledim aşkım.
Vuslat olsun, varlığım olsun senin
Daha bırakmam seni, içtim yemin
Gel ab-ı hayatı ol, sen kalbimin
Çabuk dön, seni seviyorum aşkım.
uff yhaa:(:(
İBRET ALINACAK BİR HİKAYE...
Lakin Okumaya Deger...
Edep ve Hayâ
Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:
"-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!.."
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu.
Çocuk, babaannesini görünce:
"-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!.." dedi.
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
"-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin,
beraberce yeriz inşaâllah!" dedi.
Evin gelini:
"-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur,
o da gelince yer." dedi. Yaşlı kadın:
"-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır."
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
"-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!.." dedi.
Yaşlı kadın söze başladı:
"-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik.
Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı
verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır,
kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe...
Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk.
Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!.."
Torunu:
"-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!" dedi.
"-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı.
Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi.
Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane
akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi. Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam.
Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi.
Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı.
Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde!
Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor.
Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık.
Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik.
Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı."
Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.
"-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...
Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı,
ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip;
«Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma,
çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla... Altında ne olduğu görünmesin!..
İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım,
annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım,
karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.
Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor.
Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var.
Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde... Hiç şifâ olur mu yavrum?
Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor.
Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor.
Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.
Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz;
yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı.
Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların
etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!.." dedi gelinine...
Leylâ mahcup bir şekilde:
"-Evet anneciğim." diyebildi.
Torunu:
"-Babaanneciğim, şimdi Facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin
fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!.."
"-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?"
"-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin,
aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar..."
"-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler çırılçıplak kaldı desene..."
dedi gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:
"-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var.
Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada,
sevmeler ortada... Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır.
Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir.
Utanma, hayâ, îmandan bir şûbedir. Bakın size, benim annemin anlattığı bir hikâyeyi anlatayım
Hikâye dedimse, adı hikâye... Aslında bir hadîs, hadîs-i kudsî hem de...Yani mânâsını Allâh'ın Peygamber Efendimize
haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin kendi sözleriyle ifade ettiği bir hadis...
Bu hadîs-i kudsîye göre:
"Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ı yarattığı vakit Cebrâil aleyhisselâm ona üç hediye getirdi:İlim, hayâ, akıl. Ona dedi ki:
«Ya Âdem!.. Bunlardan dilediğini seç!..»
Âdem aleyhisselâm aklı tercih etti. Cibrîl aleyhisselâm hayâ ve ilme, makamlarına dönmelerini emretti.
Hayâ ve ilim dediler ki:
"-Biz, âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) hep beraber idik. Birbirimizden aslâ ayrılmayız
Ruhlar cesetlere girdikten sonra da aynı şekildedir. Ve akıl nerede olursa, biz ona tâbî oluruz.
Cibrîl aleyhisselâm da öyle ise yerlerinize yerleşin!.." diye emretmekle akıl dimağda, ilim kalpte, hayâ da gözde yerleşti."
İşte bu hadîs-i kudsîde de anlatıldığı gibi, hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir
hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak..."
Gelini:
"-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı." dedi.
Torunu kaşığı sessizce bırakıp:
"-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!" dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti.
(Rabbimiz bizleri ve gelecek nesilleri akıldan,edepten.. yoksun etmesin İnşallah.. Amin)
Her günümüz bayram gibi olsun...
Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninki ni yalnızlık…
Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.
Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.
Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.
Bir kitabı bitirmek, bir binayı bitirmek, bir okulu bitirmek, kâbuslu bir rüyayı,
Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle…
Vuslat da bayramdır öte yandan…
Endişe içinde beklediğin den mektup almak, telefonda ansızın sesini duymak,
deli gibi burnunda tütenin boynuna sarılmak bayramdır.
En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek,
korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.
Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye,
saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır.
“Ona güvenmiştim, yanılmamış ım” sözü bayramdır.
Hiç aldatmamış , aldanmamış olmak bayram…
Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde haksızlığın üstüne yalın kılıç yürüyebilmek bayramdır.
Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi...
Sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.
CAN YÜCEL
Aşk ve Ruh
“Senin orada olduğunu daha önce hiç farketmemiştim…”
Ruhumuz ise şöyle karşılık verir:
“Demek ki daha dikkatli bakman gerekiyormuş, çünkü ben buradayım…
Esen rüzgarın, gözlerini örten toz tabakasını süpürmesi gerekiyormuş…
Artık bir kez gördüğüne göre, bir daha terketmeyeceksin beni…
Ne de olsa herkes güzelliğe bayılır…”