hiççç yaaaaaaa...
Savaşlara hep savaşlarda ölmeyecek olanlar karar verir.Savaşta ölmeyeceğine emin olan insanlar da el çırparlar.
Savaşlar her zaman patlayan coşkularla, ateşli nutuklarla, yerleri sarsan marşlarla başlar, ölecek insanları ölmeye göndermek için böyle heyecan fırtınaları yaratılır ama hiçbir savaş o coşkuyla sürmez.
Ölüm, keder, ekonomik sıkıntı, pahalılık ve baskı gelir savaşla birlikte.
...
Savaşta insanlar ölür.
Gazetelerde garip bir savaşkanlık var.
Osmanlı döneminde Girit için böyle savaş naralarının atıldığı bir dönemde Babıâli’nin önünde “savaş yanlısı” bir gösteri yapılmış.
Sadrazam, “göstericilerin hepsini askere alın” emrini vermiş.
Emri duyan kalabalık bir anda kayboluvermiş.
Böyle bir emir de şimdi çıksa, “önce gazeteciler gidecek savaşa” dense, ertesi gün o gazeteleri görmek isterim.
Savaşa gitmeyecek olanın, savaşa gidecekler adına ateşli nutuklar atmasını her zaman ahlaksızca buldum, her zaman da ahlaksızca bulurum.
Savaşlara hep savaşlarda ölmeyecek olanlar karar verir.
Savaşta ölmeyeceğine emin olan insanlar da el çırparlar.
“Savaş, savaş” diye bağıranları tutup sormak isterim, “sen savaşa gidecek misin”, “hayır” derse, “ne bağırıyorsun öyleyse” diye sormak isterim.
Ölecek sen değilsen, başkasının ölüme gitmesini nasıl böyle sevinçle isteyebiliyorsun?
Gazetelerin ve gazetecilerin de her halde savaşı durdurmak için hükümete yardımcı olması gerekir.
İnsanları kışkırtmak, savaşın getireceği acıları onlara anlatmamak, ölümü alkışlamak, bu ülkeye ve insanlara yapılacak en büyük kötülük olacak.
Savaşta insanlar ölür.
Ölmeyecek olanların, ölümü alkışlamaları ise insanlığın en büyük sefaletidir.
Düşsek Bir Hayalin İçine, Olmaz mı?
Bir düşün orta yerindeydim, doğdum, dünyaya geldim. Huzurluydum üstelik, keşke kimse ellemeseydi!
Benim tercihim mi gelmek, buradaki aklımla anlamam mümkün değil ama madem geldik şu gezegene, tadını çıkarmak derdindeyim.
Sana kör kütük aşık olmak istiyorum mesela. Bir rüyanın en huzurlu yerinden gülümser gibi, yaşama gülümsemek istiyorum.
Senin üstüne kurulan düşlere ihtiyacım var. Sana tutunmak, sana sarılmak, sana yaslanmak istiyorum.
Gözlerinde kaybolsam, birlikte gezsek nereye gidiyorsan! Bütün sokakları, mekanları görsek birlikte. İnsanları seyretsek Ortaköy’de, deniz kenarında oturmuş gitar çalan güzel sesli çocuğa para versek, bir de bizim için söylese, olmaz mı?
Bir Pazar sabahı kahvaltı etmeye gitsek, yeşili bol, ağaç altında hamaklar kurulu, yerde minderleri olan bir kafede otursak. Kahvemizi içsek baş başa, gazeteleri didik didik okusak. Ülkenin durumunu konuşsak arada, sevdiğimiz köşe yazarlarının birkaç paragrafını sesli okusak, olmaz mı?
Yağmurlu bir günde sinemaya geç kalsak. Islanarak koşsak caddeler boyu, biletçi yüzümüze tuhaf tuhaf baksa, “dışarıda çok yağmur var” desek, bize hiçbir şey sormamış olan asık suratlı biletçiye. Sonra gülüşerek girsek içeri. İnsanları ıslatarak geçip otursak koltuğumuza, birbirimize sarılarak ısınsak, olmaz mı?
Senin evde oturup maç izlemek istediğin, benim caz konserine gitmek istediğim bir akşam saati kavga etsek, sen tabağını tepsiye koyup televizyon karşısına geçsen, ben söylenerek bulaşık yıkasam mutfakta. Senin takım maçı kazanınca keyfin yerine gelse, gelip sarılsan arkamdan sessizce, boynuma bir öpücük koysan. Biraz nazlansam bende, sonra yumuşasam, gülüşsek karşılıklı, sonra oturup film seyretsek meyve yiyerek, olmaz mı?
İşten yorgun geldiğin bir akşam, sana içinde gül yaprakları olan bir küvet dolusu sıcak su hazırlasam. Banyoda bir iki mum yanıyor olsa, biraz da fonda müzik. Girip uzansan küvete, bütün gerginliğin geçerken, beni düşünüp gülümsesen. Kapıyı çalsam, bir şey ister misin diye sorsam, yanına gelmemi söylesen. Aniden beni de küvete çeksen, ıslansa elbiselerim, .......sabaha kadar, olmaz mı?
Aşık olsak birbirimize, bir şarkının sözü ve bestesi gibi uyumlu olsak, acı tatlı günler yaşasak, bir ömrü paylaşsak birlikte, inansan sen bu hayale, ben sana kansam, olmaz mı?
bu nasıl geri sayım..yerinde sayıyor.. :D
https://www.youtube.com/watch?v=zFD8ZF8svzw
Çözüm sürecinde tüm aktörlerin ne yapması gerektiğini özetliyelimmi?
Şu anda , birkaç kişi hariç, kamuoyu yok. Kürt meselesinin ilk defa çözüm yoluna girmesinin yarattığı, “Çatışmaların sona ermesi ve diyalog sürecinin gelişmesi politik açıdan kimin işine yarar diye bir soru sormuyoruz” ve “Biz filanca kuruluş olarak Barış Ortamı’nı koşulsuz destekliyoruz” ortamı var.
Bu ortamın üç adı olabilir: 1) Barışseverlik; 2) Bunca sıkıntıdan sonra “öforya”, yani birdenbire sevindirik olma durumu; 3) Endişe yüzünden, “Şeytan kulağına kurşun de! Kulağını çek! Tahtaya vur!” yöntemiyle rahatlamak. Son ikisi aynı kapıya gelmekte. Oysa, kendinizi bu ortamdan biraz dışarı çekip bakarsanız, bazı şeyleri görmeniz mümkün:
Gerçek durumu görelim
Kürtler Cumhuriyet’in başından beri “yerel özerklik” için ölesiye mücadele etmekte. Başbakan Erdoğan ise, “terör sorunu”nu halletmenin rüzgarı sayesinde “güçlü başkan” olmak peşinde.
Teoride veya pratikte, yerel özerklik ile güçlü başkanlık rejiminin asla bir arada görülmemişliği bir yana, iki tarafın da istikbali demokrasi açısından parlak değil. Türk ulus-devleti maşallah hiçbir ayrım yapmadan bütün Kürtleri ezdiği için sadece yeraltına giren PKK ayakta kaldı ve şimdi kesinlikle rakipsiz. Başbakan Erdoğan’ın başkanlık rejiminin ne olacağı da, şimdiki başbakanlığından fazlasıyla belli.
Bu durumda ikisi de, bir eliyle ötekinin elini sıkıyor, öbür eliyle de arkasında sopasını saklıyor. Öcalan tutanaklarda yerel özerklik konusunu kapatıyor, Nevruz’da hiç açmıyor. Öte yanda Başbakan’ın Kuzusu bile başkanlık rejimi konusunda artık sustu. Bu susuşlar ilelebet sürmeyeceğine göre, barış havasının devamı için yapılacak tek şey, “barış” ile “demokrasi”nin atbaşı gitmesini sağlamak. Yani, hemen şunları yapmak:
1) Derhal: Her şeyi bırakıp, bütün antidemokratik yasaları bir çırpıda kaldırmak;
2) Silahlar tamamen sustuğunda da: Bütün Türkiye’de yerel yönetimlerin genel hatlarıyla nasıl özerk kılınacağını açıklamak.
Bunlar yapılmadan “barış”ın sürekli olması Allah’a kalmıştır. Ama bunları söylemeye cüret eden birkaç kişiye bazı herbokolog köşe yazarları ânında yetiştiriyor: “Nasıl barış istemezmişsiniz! Kan dökülmeye devam mı etsin!”. Bu hazin durum yerini çok yakında sağlıklı bir tartışma ortamına bırakacak. Ama şimdiden şu gözlemleri yapmak mümkün:
Eldeki malzeme kırılgan
Muhalefet: CHP zavallı, “vur de vuralım”cı MHP çağdışı. İktidarın en tepesinden bazıları daha bile berbat: Bağımsızlık sembolü bayrağımızın, 90 yıldır doğuda Kürtleri sindirme ve ezme sembolüne dönüştürülmüş olduğuna aldırmadan, Nevruz’da niye dalgalandırılmadığı sorgulanıyor.
İktidar: Atatürk’ten birkaç defa daha otoriter tabiatlı bir başbakanımız var. Bin kere ilan etti: “Kürt sorunu yok, terör sorunu var!” Bu temel yaklaşımın sonucu olarak, Kürtlere ve Türkiye’ye demokrasinin nasıl geleceğini katiyen söylemiyor. Bu konuya başkan seçildikten sonra kendisi karar verecek. Sebebi, kimi safların sandığının aksine, Türk kamuoyunu tahrik etmemek filan değil. Şunu çok iyi biliyor olması: Türkiye’yi parçalamadan Kürt sorununu çözmek için takriben 25 özerk bölgeli bir Türkiye yaratmak lazım, ama orada da “seçilmiş padişahlık” hayal olur. Barış deyip, demokrasi demeden devam edip yürüyor.
Kandil: Gündem oluşturmak için gazeteye ihtiyacı olmayan Hasan Cemal’e Karayılan, Önder’iyle ters düşmemek ve Kürtler parçalandı dedirtmemek için bütün ihtiyatıyla, ama çok rahatsız biçimde, şimdilik şunu söylüyor: “Erdoğan’ın bir çözüm projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir çözüm projesi? Daha bilmiyoruz bunları”.
Öcalan: Milliyet’te yayınlanan gizli tutanaklar ile Diyarbakır’da okunan, Cengiz Algan’ın tabiriyle “balkon konuşması” arasındaki çelişkiler biraz fazla. Başbakanı ve Türk kamuoyunu sakinleştirmek için, “AB Yerel Yönetim Özerklik Şartı’na şerhi kaldırırlarsa bu konu önemli ölçüde çözülür” diyor. Bu Şart’ın bağlayıcı olmadığı hatırlatılınca cevap veremiyor. Gayrimüslimler hakkında söylediklerini vicdanlarımıza gizleyip duruyoruz ama; Ermeni, Yahudi, Rumlar hakkında “Anadolu’da hak iddia ediyorlar” deyişi, aynen M. Kemal’in Kürtleri milli mücadeleye katabilmek için 1919’da dediği. “Ermeni Dölü”nü unutuyor, Said-i Nursi’ye “Eski Ermeni köyü Nurs’tan” diyor.
Niçin, nasıl iyi bitecek?
Bu kadar büyük bir beklenti boşa çıkarsa, Türkiye’yi infilak ettirecek büyüklükte bir hayal kırıklığı doğabilir. Ama bütün bunlara rağmen bu kırılgan gidişin sonunu çok olumlu görüyorum. Niye kötüyse, aynen o sebeple olumlu: Başbakan Erdoğan’a borçlu olduğumuz bir “Silahlı dönem bitti” zihniyeti oluştu, ilk defa psikolojik eşik aşıldı, bu muazzam beklentidir ki barış umudunun “seçilmiş padişahlık” için kullanılmasını önleyecek.
Âlim hukukçu Turgut Tarhanlı şöyle diyor: “Sahada yeni bir Türkiye ufkuna, barış yönüne doğru ilerleyen bir süreç var, ama anayasa dünkü Türkiye üzerinde bir inşa zihniyetinden uzaklaşamamış. Bu yürümez.” (Z. Miraç, Milliyet, 25.03.2013). Hukukçu değil de siyaset bilimci olsaydı, rahatlıkla ilave edebilirdi, “12 Eylül Türkiyesi’ni daha da otoriterliğe götürecek zihniyetten uzaklaşamamış”, diyebilirdi.
Başbakan Erdoğan eğer “Kürt” meselesine “terör” meselesi demeyi bırakırsa, “barış”ı “seçilmiş padişahlık” için kullanmayı bırakırsa, Kürt sorununu Vali Tandoğan gibi çözmeyi bırakırsa, Barış Nobeli bile alabilir.
Bunun için, Başbakan’ın bizzat başlattığı benzersiz sürecin bir ulu nehir gibi onu da tutup sürüklemesi gerekiyor. Bu, barışa VE demokrasiye aynı anda varmak yolunda tek, ama büyük umudumuz. İşte o zaman biz de “Barışı koşulsuz şekilde destekliyoruz” deriz.
yorumsuz:)))
- Bir üniversitenin kütüphanesinde oğlan kızın masasına
yaklaşarak yavaşça sorar: "Yanınıza oturabilir miyim?"
Kız, yüksek sesle yanıt verir:
"GECEMİ SİZİNLE BERBAT ETMEK İSTEMEM!.."
Kızın sözlerini herkes duymuş, başlarını kaldırmış,
dik dik ayaktaki oğlana bakmaktadırlar...
Oğlan çok utanır ve hiçbir şey diyemeden,
şaşkın şaşkın kendi masasına geri döner...
...
Birkaç dakika sonra kız yerinden sessizce kalkar,
oğlanın masasına yaklaşır ve ona yavaşça şöyle der:
"Ben psikoloji öğrencisiyim; demin,şaşıran bir erkeğin nasıl
tepki vereceğini öğrenmek istemiştim;
bu arada sizi de herkesin önünde biraz
utandırdım sanırım, özür dilerim!"
Bu kez oğlan onu yüksek sesle yanıtlar:
"BİR GECELİĞİNE 200 DOLAR MI?.. ÇOK PARA!.."
Oğlanın dediklerini de yine herkes duymuştur
ve bu kez ayaktaki kıza dik dik bakmaktadırlar ki,
oğlan şoka girmek üzere olan kızın kulağına yaklaşıp şöyle fısıldar:
"Ben de hukuk öğrencisiyim:
çevreye birini suçluymuş gibi nasıl gösterebilirim
öğrenmek istemiştim, özür dilerim!"
Peki, kendimizle barışabilecek miyiz?
Barışa yakın olduğumuz şu günlerde düşünmeden edemiyorum, barışmak gerçekten ne demek diye.
Nedir barış?
İnsanların insanlarla insan gibi yaşayabilmesi sanırım.
Kürt barışı gibi tarihi bir olayı bir kenara bırakıp sadece kendi küçük hayatlarımızda biz ne kadar barış severiz diye bir bakarsak, çok şaşırırız herhalde...
Kimsenin kimseye tahammülünün olmadığı, birbirimizle düşmanlıklar üstünden ilişki kurduğumuz, negatif bir dilin çok yaygın kullanıldığı, kimsenin kimseyi beğenmediği hayatlar içinde, en sevdiklerimizi bile affedemezken toplumca barış yapıyoruz.
Silahların bırakılması ve kanın durması için gerekli olan barışın yıllardır peşindeyiz ama birbirimizle duygusal anlamda da barış yapmaya ihtiyacımız olduğunu düşünürsek, kendimize pek güvenim yok benim.
Zekanın öpmediği, yaratıcılığın aydınlatmadığı, duyguların korkusuzca yaşanmadığı, düşüncelerin büyümediği, ruhsal isyanların bastırıldığı bir hayattan geliyoruz hepimiz.
Siz bir hayat dükkanına girseniz, üzerinde bunlar yazan bir hayatı alır mısınız?
Biz hiçbirşeyin beğenilmediği, herşeyin küçümsendiği, kimsenin kimsedeki farklılığı hoş karşılamadığı topraklarda yaşıyoruz.
Mutlu olmak ya da bunu hissetmek bizler için çok zor bu duygu dünyasıyla.
O yüzden hepimizin sığınağı mutsuzluklarımız.
Bizler, mutsuzluklar olmasa mutlu olamayacak insanlarız.
Hiçbirimizin enerjisi gerçekten mutlu olmaya yetmiyor sanki…
Çünkü herşeyi küçümsüyoruz…
Kendimizi bile.
Bunun intikamını da başkalarını küçümseyerek alıyoruz hayattan... O yüzden barışmakta o kadar zorlanıyoruz.
O yüzden düşmanız kendimize...
Kendi yaptığımız herşeyi başkası yaptığında lanetleyerek mutlu olmaya çalışıyoruz.
Şolohov ünlü romanında bu duygu halini çok iyi anlatır.
Bizim buralar için neredeyse çok sıradan ve sıkıcı bir hikaye bile olabilir aslında…
Çünkü hepimiz o kadar öyleyiz ki…
Bu hikayeyi hemen sevemeyebiliriz.
***
Savaş zamanı çok az erkek vardır köyde… Sehvet şeytanı dolaşır köyün içinde…
Ama gündüz vakti herkes tanımamazlıktan gelir onu…
Geceleri ise, gizli gizli erkekler girer yalnız kadınların evlerine…
Herkes bilir ne olduğunu ama hep birlikte görmezlikten gelirler.
Yalnızca genç bir delikanlıyla evli bir kadın açıkca yaşarlar yasadıklarını…
Ve bütün köy onlara düşman olur, yaptıklarını ahlaksızca bulur, suçlarlar onları.
Kendileri de aynı şeyi yaparlar ama o ikisine kızarlar.
Solohov der ki ‘çünkü sadece o ikisi açıkca yapıyordu yapacaklarını.’
***
Bizler de Şolohov’un köylüleri gibiyiz.
Duygularını açıkça yaşayanlara, düşüncelerini açıkça söyleyenlere düşmanız.
Barışmıyoruz onlarla.
Korkarım bu toplumun, dürüstlükle, açılıkla, gerçek duygularla barışması, Kürtlerle Türklerin barışmasından da zor olacak.
Yıllarca küçük ve dünyaya kapalı bir köy gibi yaşamanın sonuçları belki de bunlar.
Dürüstçeyi yaşamayı günah ve ayıp gören ortak bir köylülük.
Böyle sığ bir köylülüğün “tek hayat biçimi” olarak kabul edilmesinin istendiği bir dönemde “büyük barışı” yaşamaya hazırlanıyoruz şimdi.
O barış umarım olur.
Ama biz kendimizle, gerçeklerimizle, duygularımızla nasıl barışacağız, duyguları, arzuları, mutluluğu ayıp sayan bir köylülükten nasıl kurtulacağız?
Biz bu çağla nasıl barışacağız?
Öyle çok düşmanlıklarla kuşatmışız ki kendimizi yapmamız gereken çok barış var.
Galiba en zoru da, kendimizle barışmak olacak…
Akşamlar Çökünce
https://www.youtube.com/watch?v=Q1vhfRSEQWQ
Kısmet Değilmiş Mutluluk
https://www.youtube.com/watch?v=beP2bPczl-0